iğde ağacı
Atatürk’ün manevi kızı Prof. Dr. Afet İnan şunları yazıyor:
“1937 yılının bahar mevsimi idi. Gazi Orman Çiftliği’ne, Akköprü tarafındaki yoldan gidiyorduk. Çiftliğin o parçası meyve bahçesi haline konulmuş, fidanlar sıra sıra dikilmişti. Şimdi gölgeliği ve bol yeşilliği ile çok güzel olan bu yol boyu, o zamanlar henüz küçük, çelimsiz ağaçların sıralandığı, yaz mevsiminde dahi pek gölgesi olmayan bir yerdi.
Atatürk, bu eski çıplak topraklar üzerindeki, meyve bahçesi haline gelmiş olan bu yerlere neşe ile bakıyordu. Şimdi uzun kavak ağaçlarının bulunduğu yol kenarlarında ameleler çalışıyor ve fidanlar dikiyorlardı. Atatürk birden şoföre,
-‘Dur’ diye bağırdı. Yere indiği vakit orada olanlara:
-‘Burada bir iğde ağacı vardı, o nerede?’ diye sordu. Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Çünkü orada çalışanlar, yenilerini dikmekle meşgul idiler.
Atatürk’ün biraz evvelki neşesi kalmamıştı.
Çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin bir yeşillik hatırası yerinden çıkarılmış ve yok olmuştu. Yol boyunca yürüyerek iğde ağacını aradık.
-‘İğde eski ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşayan ve baharda hoş kokularını etrafa saçan, güzel bir ağaçtı’ diyordu. Çiftlik merkezine gelmiştik. Büyük hamamın yapısı bitmişti. Onu gezerken iğde ağacını yerinden kimin çıkartmış olduğunu da tahkik etmek için, ilgili durumda olanlara sorular sordu. Kimse bu küçücük ağaca ne olduğu hakkında bir haber veremedi.
Atatürk bu önemsiz gibi görünen işten üzüntü duymuştu. Uyarılarda bulundu, emirler verdi, eski ağaçlar da korunacak ve bakılacaktı.
O gün, çiftlik dönüşü uzun boylu ağaçlardan bahsetti. Tabiatın bu varlığı, insanlara büyük bir kazançtır. Onlardır ki, toprağı verimli kılarlar. İnsan topluluklarının yer seçmelerine rehberlik ederler.
O, eski adı Orman Çiftliği olan yerde, orman yetiştirmeyi kendisine ideal edinmişti. Onun için her ağaç eski ve yeni, kıymetli birer varlıktı. Bunların yetiştiğini, büyüdüğünü görmek, bir idealin gerçekleşmesindeki zevki kendisine veriyordu. Gazi Orman Çiftliği, insanların irade ve çalışmalarıyla, tabiatı güzelleştirme ve verimli kılma kuvvetinin bir örneğidir.
“1937 yılının bahar mevsimi idi. Gazi Orman Çiftliği’ne, Akköprü tarafındaki yoldan gidiyorduk. Çiftliğin o parçası meyve bahçesi haline konulmuş, fidanlar sıra sıra dikilmişti. Şimdi gölgeliği ve bol yeşilliği ile çok güzel olan bu yol boyu, o zamanlar henüz küçük, çelimsiz ağaçların sıralandığı, yaz mevsiminde dahi pek gölgesi olmayan bir yerdi.
Atatürk, bu eski çıplak topraklar üzerindeki, meyve bahçesi haline gelmiş olan bu yerlere neşe ile bakıyordu. Şimdi uzun kavak ağaçlarının bulunduğu yol kenarlarında ameleler çalışıyor ve fidanlar dikiyorlardı. Atatürk birden şoföre,
-‘Dur’ diye bağırdı. Yere indiği vakit orada olanlara:
-‘Burada bir iğde ağacı vardı, o nerede?’ diye sordu. Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Çünkü orada çalışanlar, yenilerini dikmekle meşgul idiler.
Atatürk’ün biraz evvelki neşesi kalmamıştı.
Çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin bir yeşillik hatırası yerinden çıkarılmış ve yok olmuştu. Yol boyunca yürüyerek iğde ağacını aradık.
-‘İğde eski ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşayan ve baharda hoş kokularını etrafa saçan, güzel bir ağaçtı’ diyordu. Çiftlik merkezine gelmiştik. Büyük hamamın yapısı bitmişti. Onu gezerken iğde ağacını yerinden kimin çıkartmış olduğunu da tahkik etmek için, ilgili durumda olanlara sorular sordu. Kimse bu küçücük ağaca ne olduğu hakkında bir haber veremedi.
Atatürk bu önemsiz gibi görünen işten üzüntü duymuştu. Uyarılarda bulundu, emirler verdi, eski ağaçlar da korunacak ve bakılacaktı.
O gün, çiftlik dönüşü uzun boylu ağaçlardan bahsetti. Tabiatın bu varlığı, insanlara büyük bir kazançtır. Onlardır ki, toprağı verimli kılarlar. İnsan topluluklarının yer seçmelerine rehberlik ederler.
O, eski adı Orman Çiftliği olan yerde, orman yetiştirmeyi kendisine ideal edinmişti. Onun için her ağaç eski ve yeni, kıymetli birer varlıktı. Bunların yetiştiğini, büyüdüğünü görmek, bir idealin gerçekleşmesindeki zevki kendisine veriyordu. Gazi Orman Çiftliği, insanların irade ve çalışmalarıyla, tabiatı güzelleştirme ve verimli kılma kuvvetinin bir örneğidir.
Milletvekili Ayrıcalığını Hiç de Beğenmedim
Atatürk bir sabah Florya’dan Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobilini durduruyor ve Başyavere:
-“Sorunuz? Tren var mı?” Diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip trene biniyorlar. Karar ani verildiği ve uygulandığı için trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor.
Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör Atatürk’ün bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Atatürk hemen sesleniyor:
-“Görevini yap.” Yanındaki ekibi göstererek, “Bu efendilere niye bilet sormuyorsun?”
Yanındakiler cevap veriyor:
-“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız, parasız seyahat ederiz.” Atatürk hayretle:
-“Bu ayrıcalığı hiç de beğenmedim” diyor. “Bu çok ayıp ve acayip bir kural. Çok güzel halkçılık!”
-“Sorunuz? Tren var mı?” Diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip trene biniyorlar. Karar ani verildiği ve uygulandığı için trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor.
Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör Atatürk’ün bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Atatürk hemen sesleniyor:
-“Görevini yap.” Yanındaki ekibi göstererek, “Bu efendilere niye bilet sormuyorsun?”
Yanındakiler cevap veriyor:
-“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız, parasız seyahat ederiz.” Atatürk hayretle:
-“Bu ayrıcalığı hiç de beğenmedim” diyor. “Bu çok ayıp ve acayip bir kural. Çok güzel halkçılık!”
vefakâr türk kadını
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu. - Merhaba nine Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; - Merhaba dedi. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp, - Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim. - Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni? - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey. - Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. - Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek, - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen,seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı; - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; "Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
sığırtmaç mustafa
Atatürk
tarafından 1929 yılında himaye altına alınıp okutulan Yalovalı sığırtmaç
Mustafa anlatıyor:
“O zaman daha sekiz yaşında idim. 1929 yılının yaz ayları içinde (15 Eylül) bir gündü... Sığırları otlata otlata çiftliğe geliyordum. Derken, uzakta yirmi kadar atlı belirdi... En öndeki atlı bana doğru geliyordu. Yaklaşınca atından indi; çiftliğe nereden gidildiğini soruyordu.
Elimle işaret ettim:
-Siz, yanlış yoldan gelmişsiniz... Çiftliğin yolu, şuradadır!
Bu atlı, benden adımı öğrenmek istedi:
- Mustafa! diye cevap verince gülümsedi:
- Benim de adım Mustafa... Demek adaşız!
Sonra birdenbire:
-Gazi’yi tanır mısın? diye sordu.
-Tanımam! dedim.
-Onu sever misin?
-Severim!
-Niçin seversin?
-Paşa olduğu için severim!
Tekrar gülmeye başladı. Ben, cılız, çelimsiz, hasta bir çocuktum.“Bu adam, benimle eğleniyor galiba...” dedim. Fakat o, sorgularının arkasını kesmiyordu; bir aralık sordu:
-Sen, ne iş görürsün?
-İşte şu gördüğün sığırları güderim!
-Ne kazanırsın?
-Ayda üç lira...
-Peki, söyle bana, ayda üç lira, senede kaç lira eder?..
Kendisinin ve yanındakilerin yardımıyla, ayda üç liranın bir senede ne ettiğini hesaplayarak cevap verdim:
-Otuz altı lira eder!
-Sana bu otuz altı lirayı versem, ne yaparsın?
-Hiç!...Almam ki...
-Neden almıyorsun?
-Otuz altı lira çok para...
Sonra biraz düşünerek ekledim:
-Neden aldın?diye sorarlar...
Tanımadığım yolcu, tekrar gülümseyerek:
-Aferin oğlum, dedi, böyle olmalı... Fakat, bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana! Kimse bir şey demez!
Hâlâ benimle alay edildiğini sanıyordum. Otuz altı lirayı kabul etmeye bir şartla razı oldum. Yolda yemek için getirdiğim yarım okka kadar ceviz vardı:
-Bu cevizleri alırsan, ben de senin paranı alırım! dedim.
O, bana bir avuç para verdi, ben ona bir avuç ceviz verdim. Böylece ödeşmiş olduk.
Ayrılacağı sırada, tekrar adımı sordu:
-Mustafa, dedim.
-Benimki de Mustafa, ama, dedi, yanında “Kemal”i var. Mustafa ile Kemal, bir araya gelirse ne olur?..
Küçük kafamın içi, birdenbire karıştı. İlk defa olarak kendime:
-Sakın, dedim, bu atlı; Mustafa Kemal Paşa olmasın?...
Sonra etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri saygılı hareketleri hatırlayarak; kararımı verdim:
-Odur!...Odur!...Gazi Paşadır! Ama, kendisine onu tanıdığımı belli etmedim.
Giderken sordu:
-Beni, başka bir yerde görsen tanır mısın?..
Başımı salladım:
-Tanımaz mıyım ya... Sen Gazi Mustafa Kemal Paşasın!
Hayvanlarını dörtnala sürüp gittiler. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm.
Ertesi gün(16 Eylül) kaplıcalara çağırdılar. Kapıdan içeri girince, hiç şaşalamadım. Hemen gidip elini öptüm:
-Mustafa... dedi, seni çiftliğime kâhya yapacağım! İster misin?..
Sordum:
-Kâhya ne demek?
-Çobanların en büyüğü odur!
Cevap vermedim. O tekrar sordu:
-Kâhyalık işi için ayda dört lira versem yetişir mi?
-Siz bilirsiniz! dedim. Gülümsedi.
-Hayır,Mustafa... Seni kâhya yapmayacağım, mektebe göndereceğim. Orada okuyup yazma öğreneceksin!
Sevindim:
-Mektebe gönderiniz!...Bu, daha iyi ... dedim.
Aradan yirmi dört saat geçmeden kendimi Şişli’deki Himayei Etfal (Çocuk) Hastahanesinde bulmuştum. Bana, orada çok güzel bakıyorlardı. Dört ay içinde tanınmayacak kadar değiştim. Yüzümün sarılığı kayboldu, iştahım geldi.
Bir gece yarısı hiç unutmam, hastahaneye gelmişti (21/22 Eylül). Doğruca benim yattığım odaya girdi. Onu görünce şaşırmıştım. Ayağa kalkmak istedim. Atatürk eli ile engel oldu:
-Sen ayağa kalkmayı bırak da, buradan nasıl çıkacağını düşün! diye gülümsedi.
Sonra:
-Hani, dedi, seninle pazarlığa girişmiştik, dört lira aylığa razı olmuştun!Şimdi ver bakalım hastahane paralarını...
Küçüktüm, sığırtmaçtım. Ama, şaka ettiğini anlamıştım:
- Sen koskoca Gazi Paşasın. Elbette hastahane parasını da verirsin! dedim.
Hastahaneden çıktıktan sonra Atatürk, beni gene aratarak,Beşiktaş’ta 19’uncu İlk Mektebe yazdırdı.
Beşiktaş’daki okula bir yıl kadar devam ettikten sonra Atatürk, beni Maçka’daki Fevziye Lisesine yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken, imtihan vererek Kuleli Askerî Lisesine geçtim.”
* Selahattin Güngör, “On Yedi Milyondan Biri - Atatürk’ün Öksüz Bıraktığı Çocuk Neler Anlatıyor?” Cumhuriyet Gazetesi, Sayı:5213, 15 Kasım 1938, s.3.
“O zaman daha sekiz yaşında idim. 1929 yılının yaz ayları içinde (15 Eylül) bir gündü... Sığırları otlata otlata çiftliğe geliyordum. Derken, uzakta yirmi kadar atlı belirdi... En öndeki atlı bana doğru geliyordu. Yaklaşınca atından indi; çiftliğe nereden gidildiğini soruyordu.
Elimle işaret ettim:
-Siz, yanlış yoldan gelmişsiniz... Çiftliğin yolu, şuradadır!
Bu atlı, benden adımı öğrenmek istedi:
- Mustafa! diye cevap verince gülümsedi:
- Benim de adım Mustafa... Demek adaşız!
Sonra birdenbire:
-Gazi’yi tanır mısın? diye sordu.
-Tanımam! dedim.
-Onu sever misin?
-Severim!
-Niçin seversin?
-Paşa olduğu için severim!
Tekrar gülmeye başladı. Ben, cılız, çelimsiz, hasta bir çocuktum.“Bu adam, benimle eğleniyor galiba...” dedim. Fakat o, sorgularının arkasını kesmiyordu; bir aralık sordu:
-Sen, ne iş görürsün?
-İşte şu gördüğün sığırları güderim!
-Ne kazanırsın?
-Ayda üç lira...
-Peki, söyle bana, ayda üç lira, senede kaç lira eder?..
Kendisinin ve yanındakilerin yardımıyla, ayda üç liranın bir senede ne ettiğini hesaplayarak cevap verdim:
-Otuz altı lira eder!
-Sana bu otuz altı lirayı versem, ne yaparsın?
-Hiç!...Almam ki...
-Neden almıyorsun?
-Otuz altı lira çok para...
Sonra biraz düşünerek ekledim:
-Neden aldın?diye sorarlar...
Tanımadığım yolcu, tekrar gülümseyerek:
-Aferin oğlum, dedi, böyle olmalı... Fakat, bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana! Kimse bir şey demez!
Hâlâ benimle alay edildiğini sanıyordum. Otuz altı lirayı kabul etmeye bir şartla razı oldum. Yolda yemek için getirdiğim yarım okka kadar ceviz vardı:
-Bu cevizleri alırsan, ben de senin paranı alırım! dedim.
O, bana bir avuç para verdi, ben ona bir avuç ceviz verdim. Böylece ödeşmiş olduk.
Ayrılacağı sırada, tekrar adımı sordu:
-Mustafa, dedim.
-Benimki de Mustafa, ama, dedi, yanında “Kemal”i var. Mustafa ile Kemal, bir araya gelirse ne olur?..
Küçük kafamın içi, birdenbire karıştı. İlk defa olarak kendime:
-Sakın, dedim, bu atlı; Mustafa Kemal Paşa olmasın?...
Sonra etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri saygılı hareketleri hatırlayarak; kararımı verdim:
-Odur!...Odur!...Gazi Paşadır! Ama, kendisine onu tanıdığımı belli etmedim.
Giderken sordu:
-Beni, başka bir yerde görsen tanır mısın?..
Başımı salladım:
-Tanımaz mıyım ya... Sen Gazi Mustafa Kemal Paşasın!
Hayvanlarını dörtnala sürüp gittiler. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm.
Ertesi gün(16 Eylül) kaplıcalara çağırdılar. Kapıdan içeri girince, hiç şaşalamadım. Hemen gidip elini öptüm:
-Mustafa... dedi, seni çiftliğime kâhya yapacağım! İster misin?..
Sordum:
-Kâhya ne demek?
-Çobanların en büyüğü odur!
Cevap vermedim. O tekrar sordu:
-Kâhyalık işi için ayda dört lira versem yetişir mi?
-Siz bilirsiniz! dedim. Gülümsedi.
-Hayır,Mustafa... Seni kâhya yapmayacağım, mektebe göndereceğim. Orada okuyup yazma öğreneceksin!
Sevindim:
-Mektebe gönderiniz!...Bu, daha iyi ... dedim.
Aradan yirmi dört saat geçmeden kendimi Şişli’deki Himayei Etfal (Çocuk) Hastahanesinde bulmuştum. Bana, orada çok güzel bakıyorlardı. Dört ay içinde tanınmayacak kadar değiştim. Yüzümün sarılığı kayboldu, iştahım geldi.
Bir gece yarısı hiç unutmam, hastahaneye gelmişti (21/22 Eylül). Doğruca benim yattığım odaya girdi. Onu görünce şaşırmıştım. Ayağa kalkmak istedim. Atatürk eli ile engel oldu:
-Sen ayağa kalkmayı bırak da, buradan nasıl çıkacağını düşün! diye gülümsedi.
Sonra:
-Hani, dedi, seninle pazarlığa girişmiştik, dört lira aylığa razı olmuştun!Şimdi ver bakalım hastahane paralarını...
Küçüktüm, sığırtmaçtım. Ama, şaka ettiğini anlamıştım:
- Sen koskoca Gazi Paşasın. Elbette hastahane parasını da verirsin! dedim.
Hastahaneden çıktıktan sonra Atatürk, beni gene aratarak,Beşiktaş’ta 19’uncu İlk Mektebe yazdırdı.
Beşiktaş’daki okula bir yıl kadar devam ettikten sonra Atatürk, beni Maçka’daki Fevziye Lisesine yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken, imtihan vererek Kuleli Askerî Lisesine geçtim.”
* Selahattin Güngör, “On Yedi Milyondan Biri - Atatürk’ün Öksüz Bıraktığı Çocuk Neler Anlatıyor?” Cumhuriyet Gazetesi, Sayı:5213, 15 Kasım 1938, s.3.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
Düzenlemek için buraya tıklayın.
BİR GÜN GİZLİCE
Yüzyıllar, Türk halkı içerisinde en çok Türk köylüsünün ezilmişliğine tanıklık etmiştir. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür diyen ATATÜRK, köylünün ihmal edilmişliğini bir türlü kabullenememiştir. Yapılmış olan haksızlıkları 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir:
“Efendiler!... Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ATATÜRK bu sözlerinin takipçisi olmuştur. Devletin her kuruşa muhtaç olduğu kuruluş döneminde devlet bütçesinin yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden kurtarmış, örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak, üretime yönelik eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de yüzyılların haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Mesajı değiştirilmeden kısaltmalar yapılarak verilen aşağıdaki anekdot; Türk köylüsünün geçmişteki durumunu ve ATATÜRK’ün bu konudaki bakış açısını yansıtan düşündürücü bir örnektir:
Yıl 1936
ATATÜRK, Selânik günlerinde çocukluk arkadaşı olan Nuri Conker ile birlikte bir gün köşkten gizlice bir otomobille ayrılır. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı; sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu. Birden ATATÜRK’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa vuruyordu. ATATÜRK şoföre:
-Dur!... dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. ATATÜRK elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı; sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin ağa!...
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah...
ATATÜRK, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?
Bu kez köylü sesten yana döndü. ATATÜRK elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu...
-Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı...
-Eh... Kirbiti unutmuşuz da...
ATATÜRK bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi.
-Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı...
-Eh... Kirbiti unutmuşuz da...
ATATÜRK bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. ATATÜRK:
-İşler nasıl ağa? dedi. Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü? Köylü isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! (Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu) -Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte...
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına var ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar...
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin... Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey? ATATÜRK dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin! Köylü iyice güldü:
-Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik ATATÜRK’ümüz var başımızda! ATATÜRK konuşmayı sürdürdü.
-E peki İstanbul şuracıkta... Gideydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?...
-Bırak şu sagari allâsen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
ATATÜRK iyice giyinmişti! Ama köylünün konuşması da çok hoşuna
gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?...
-Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...
Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim
bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun... 20
Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim, e peki bir Başvekil İsmet Paşa var
bilir misin?...
-Bilmez olunur mu beyim!...
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne
iniyor. Köşk de şuracıkta... Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona... Her hâlde çaresini bulurdu.
Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyon galim. Ama bak şinci
tutalım gittim vardım; beni o kapıya komazlar ya...
Tutalım kodular koskoca İsmet Paşamıza göstertmezler ya!
Tut ki gösterdiler, ya ona hâlimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı,
hiç işitmez canım!
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, ATATÜRK’ümüz
var başımızda dedin ya...O da koca yaz şuracıkta oturup duruyor. Gitseydin,
çıksaydın önüne, anlatsaydın hâlini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!...
Köylü iyice keyiflenmiş, keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine
acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey?... Mustafa Kemal Paşa ATATÜRK’ümüzün yüzünü
görmek için peygamber gücü gerek... Temin dedik ya, tut ki gördük, yiyip
içmekten, işinden, gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı
seyirtecek?...
ATATÜRK köylünün omzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranın
içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını
kimsede bırakma, ara!...
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurluyordu:
-Meraklanma beyim, evellallah heç kimse bizim hakkımıza el
değdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!... Ekime geç davranmışın gök
rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?... Helâl olsun!...
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler, sonra ATATÜRK Nuri Conker’e.
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler. ATATÜRK
susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.
-Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız,
merkeple çift sürüyor; hâlâ da “devlet baba” diyor. Ne mübarek millet bu
millet!...
ATATÜRK yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların
hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca
Vali Muhittin Üstündağ ile, Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver. 21
Yaver odadan çıktı. ATATÜRK Nuri Conker’e döndü:
-Beri bak Nuri!... Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil
Ağayı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir
adam falan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,
kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
O akşam ATATÜRK’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar.
ATATÜRK bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl
davranacağınızı görmek isterim!...
Halil Ağa kapıdan görününce. ATATÜRK ayağa kalktı. Kalkması ile
bütün sofra gür diye ayağa kalkıştılar. ATATÜRK:
-Hoş geldin Halil Ağa! dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı. İşte
beklediğimiz efendimiz!
Conker, Halil Ağayı ATATÜRK’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan
sandalyeye geçti. ATATÜRK sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte
nasıl çıktığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift
sürerken nasıl gördüğünü sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle
konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Efendimizin hâlini gördünüz beyler? Devlet size böyle davransa, ne
yaparsınız?
Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “adam olmak”
bize düşüyor.
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler ATATÜRK’e dönmüştü.
-Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da
bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor.
İkisi de bence bir... Böyle bir kanun yaptıysak, memleket çıkarlarına aykırıdır,
nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükûmet nasıl bir
yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı
var. Bitlis’i var. Kıyı bucak ilçesi var, acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi
dönmüyor beyefendiler!
Biz cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak
için yaptık. Hükûmetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar
Halil Ağanın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek
olduğunu elbette bilmeleri gerekli... Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil
Ağanın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar!...
Ne demektir bu?
Biz cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!
“Efendiler!... Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ATATÜRK bu sözlerinin takipçisi olmuştur. Devletin her kuruşa muhtaç olduğu kuruluş döneminde devlet bütçesinin yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden kurtarmış, örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak, üretime yönelik eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de yüzyılların haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Mesajı değiştirilmeden kısaltmalar yapılarak verilen aşağıdaki anekdot; Türk köylüsünün geçmişteki durumunu ve ATATÜRK’ün bu konudaki bakış açısını yansıtan düşündürücü bir örnektir:
Yıl 1936
ATATÜRK, Selânik günlerinde çocukluk arkadaşı olan Nuri Conker ile birlikte bir gün köşkten gizlice bir otomobille ayrılır. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı; sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu. Birden ATATÜRK’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa vuruyordu. ATATÜRK şoföre:
-Dur!... dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. ATATÜRK elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı; sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin ağa!...
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah...
ATATÜRK, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?
Bu kez köylü sesten yana döndü. ATATÜRK elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu...
-Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı...
-Eh... Kirbiti unutmuşuz da...
ATATÜRK bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi.
-Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı...
-Eh... Kirbiti unutmuşuz da...
ATATÜRK bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. ATATÜRK:
-İşler nasıl ağa? dedi. Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü? Köylü isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! (Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu) -Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte...
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına var ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar...
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin... Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey? ATATÜRK dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin! Köylü iyice güldü:
-Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik ATATÜRK’ümüz var başımızda! ATATÜRK konuşmayı sürdürdü.
-E peki İstanbul şuracıkta... Gideydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?...
-Bırak şu sagari allâsen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
ATATÜRK iyice giyinmişti! Ama köylünün konuşması da çok hoşuna
gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?...
-Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...
Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim
bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun... 20
Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim, e peki bir Başvekil İsmet Paşa var
bilir misin?...
-Bilmez olunur mu beyim!...
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne
iniyor. Köşk de şuracıkta... Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona... Her hâlde çaresini bulurdu.
Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyon galim. Ama bak şinci
tutalım gittim vardım; beni o kapıya komazlar ya...
Tutalım kodular koskoca İsmet Paşamıza göstertmezler ya!
Tut ki gösterdiler, ya ona hâlimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı,
hiç işitmez canım!
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, ATATÜRK’ümüz
var başımızda dedin ya...O da koca yaz şuracıkta oturup duruyor. Gitseydin,
çıksaydın önüne, anlatsaydın hâlini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!...
Köylü iyice keyiflenmiş, keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine
acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey?... Mustafa Kemal Paşa ATATÜRK’ümüzün yüzünü
görmek için peygamber gücü gerek... Temin dedik ya, tut ki gördük, yiyip
içmekten, işinden, gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı
seyirtecek?...
ATATÜRK köylünün omzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranın
içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını
kimsede bırakma, ara!...
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurluyordu:
-Meraklanma beyim, evellallah heç kimse bizim hakkımıza el
değdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!... Ekime geç davranmışın gök
rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?... Helâl olsun!...
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler, sonra ATATÜRK Nuri Conker’e.
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler. ATATÜRK
susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.
-Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız,
merkeple çift sürüyor; hâlâ da “devlet baba” diyor. Ne mübarek millet bu
millet!...
ATATÜRK yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların
hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca
Vali Muhittin Üstündağ ile, Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver. 21
Yaver odadan çıktı. ATATÜRK Nuri Conker’e döndü:
-Beri bak Nuri!... Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil
Ağayı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir
adam falan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle,
kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
O akşam ATATÜRK’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar.
ATATÜRK bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl
davranacağınızı görmek isterim!...
Halil Ağa kapıdan görününce. ATATÜRK ayağa kalktı. Kalkması ile
bütün sofra gür diye ayağa kalkıştılar. ATATÜRK:
-Hoş geldin Halil Ağa! dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı. İşte
beklediğimiz efendimiz!
Conker, Halil Ağayı ATATÜRK’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan
sandalyeye geçti. ATATÜRK sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte
nasıl çıktığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift
sürerken nasıl gördüğünü sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle
konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Efendimizin hâlini gördünüz beyler? Devlet size böyle davransa, ne
yaparsınız?
Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “adam olmak”
bize düşüyor.
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler ATATÜRK’e dönmüştü.
-Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da
bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor.
İkisi de bence bir... Böyle bir kanun yaptıysak, memleket çıkarlarına aykırıdır,
nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükûmet nasıl bir
yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı
var. Bitlis’i var. Kıyı bucak ilçesi var, acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi
dönmüyor beyefendiler!
Biz cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak
için yaptık. Hükûmetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar
Halil Ağanın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek
olduğunu elbette bilmeleri gerekli... Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil
Ağanın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar!...
Ne demektir bu?
Biz cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!
Atatürk ve 19 un sırrı
İşte o 19'lar: 19. yüzyılın bitimine 19 yıl kala doğdu... 19 yaşında Harbiye'ye girdi... 19 Aralık'ta Yıldız Sarayı'na çağrıldı... Harp Akademisindeki sicilinin rakamları toplandığında 19 ediyor... Çanakkale Savaşı'nı kazanılmasında sağlayan, 19. Fırka'yı kuruyor ve komuta ediyor... 19 Mayıs'ta Miralay oluyor... Çanakkale'de düşmanı 19 Mayıs'a kadar oyalıyor... Samsun'a 19 Mayıs 1919'da çıkıyor... Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç tarihi olan bu günde tam 3 tane 19 rakamı var... Samsun'a çıktığı Bandırma vapurunda ise yine 19 yolcu var... Meclis'te Milli Mücadeleye fiili olarak başlanmasının tarihi de yine üç tane 19'lu bir tarih... 19 Kasım 1919... Milletin iradesini Meclis'e devretme kararını 19 Mart'ta alıyor... Mareşal rütbesinine 19 Eylül'de kavuşuyor... Mustafa Kemal Atatürk 19 harften oluşuyor... "Ne mutlu Türküm diyene” sözü de 19 harfli bir söz... 19'un iki katı olan 38 yılında ölüyor... Öldüğünde yaşı 19'ün üç katı olan 57... “Türk milletinin kaderine, 1919-1938 arası tam 19 yıl hakim oluyor...”