mevlana'dan "duvardaki aba ve çarık" [email protected] 15/12/2015
Her devirde yeni, her devirde okunan, her devirde sevilen, İlâhi aşkın doruğu, gönüllerin huzuru, umutsuzların umudu, sevgi durağı, ölümünün 740. Yılında Mevlâna Celaleddin-i Rumi bu haftaki konumuz.
Ve ünlü eseri “Mesnevi”den ufkumuzu aydınlatan bir hikayesini aktararak anacağız bu defa.
Bir av seferinde, mert ve cesur bir köy delikanlısı olan Ayaz’la tanışır Gazneli Sultan Mahmut. Ayaz, hal ve hareketleriyle çok memnun eder kendisini. Bundan dolayı alıp saraya getirir onu.
Saray elbiselerini giyince, Ayaz’ın ilk işi, köyden getirdiği çarığını ve abasını, sarayın bahçesinde kuytu bir köşeye yaptığı kulübeye asmak olur.
Kısa zamanda saraya intibak eder Ayaz. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı olur. Sonra üçüncü vezir, ikinci vezir, derken birinci vezirliğe kadar yükselir. Ancak Ayaz’ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine yükselmesini kıskananlar Sultana derler ki: “- Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını, orada kendisi için biriktiriyor.” Sultan Mahmut, onlara şöyle cevap verir: “- Madem öyle, bu geceden tezi yok, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! İçerde ne kadar mücevher, ne kadar altın bulursanız sizin olsun!” Geceye yarısı kıskanç hasetçiler, kokmuş ayrana üşüşen hamam böcekleri gibi koşuşurlar kulübeye. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü, içerisi bomboştur. Kimse diğerine bir şey söyleyecek durumda değildi. Sadece duvarda bir çift çarık ve koyun postundan bir aba asılı durmaktadır. İkna olmazlar. İçlerinden birisi atılır: “- Bunlar perde, aldatmaca, altınları mutlaka gömmüştür. Hemen kazma ve kürek getirip her yeri kazalım.” Derhal kazma ve kürek getirilir. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecanla kazmaya başlarlar. Altın ve mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik deşik ederler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmez. Zaman geçtikçe, ümitlerini kaybederler. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldururlar. Üzüntü ve daha çok utançla huzura çıkarlar. Sultan sorar: "- Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Hem altınlara kavuşup, hem de üzülmek olur mu? " Sultanın kinayeli konuştuğunu anlarlar. Bunun üzerine kıskanç hasetçilerin sözcüsü: " Sultanım! Çok mahcubuz, çok pişmanız, vereceğiniz her cezaya razıyız çünkü hak ettik."
Sultan, Ayaz'a der ki: "- Hükmü sana bırakıyorum. Bunlara verilecek cezaya sen karar ver. Ne istersen yap!"
Bunun üzerine Ayaz:" - Sultanım, kabahat benimdir. Bunların affını istiyorum. Eğer ben kulübenin kapısına kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyecekler ve kötü zanda bulunmayacaklardı. Yanlış anlaşıldım ve buna da ben sebep oldum."
Sultan, sonucun böyle olacağını biliyordu. Ama kıskanç hasetçilere ders vermek için Ayaz'ı konuşturmak için sordu: "- Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi?" Ayaz, Herkesin huzurunda Sultan'a cevap verdi: "- Sultanım! Biliyorsunuz benim aslım bellidir. Sayenizde, rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbeye, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum, kibir ve gurura kapılırım diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, abamı ve çarıklarımı duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime; 'Ey Ayaz! Makam, mal mülk aslını unutturmasın! Kavuştuğun nimetler yüzünden ananı-babanı, geçmişini unutma' diyor ve 'Şaşırtma Allah'ım.' diye dua ediyordum. Sultanım! Sultanlara yakışan, affetmektir. Madem ki hatalarını anlamışlar, özür diliyorlar. Büyüklere de affetmek düşer. Allah-ü Teala tövbeleri kabul edeceğini vaad buyuruyor. Sizin de bunları affetmenizi talep ediyorum."
Sultan hasetçileri affetti. Hasetçiler de, Ayaz'ın, bu kadar kısa zamanda yükselmesinin sebebini, Ayaz'ın kendilerinden farklı olduğunu böylece anlamış oldular.
Ayaz gibi, her nimet sahibinin, zaman zaman eski hâlini düşünmesinde veya doğduğu, büyüdüğü mekânları ziyaret edip, mevcut durumu ile geçmişini karşılaştırmasında büyük fayda olsa gerek... Çünkü geriye bakmayan ileriyi göremez. Zamanla insan, bir emanetçi durumda olduğunu unutup, makamı, malı kendinden ayrılması mümkün olmayan bir parça zanneder. İşte böyle bir düşünce, felâket olarak insana yeter de artar bile... Kişi bu düşünceden kurtulmadıkça iflâh olamaz...
Mevlâna’nın insan sevgisini birkaç cümle ile anlatmaya çalıştık.
Kovamızı ummana daldırdık, ancak ondan bir kaç damla alabildik,
sizlere serpebildi isek ne mutlu bize..
Ve ünlü eseri “Mesnevi”den ufkumuzu aydınlatan bir hikayesini aktararak anacağız bu defa.
Bir av seferinde, mert ve cesur bir köy delikanlısı olan Ayaz’la tanışır Gazneli Sultan Mahmut. Ayaz, hal ve hareketleriyle çok memnun eder kendisini. Bundan dolayı alıp saraya getirir onu.
Saray elbiselerini giyince, Ayaz’ın ilk işi, köyden getirdiği çarığını ve abasını, sarayın bahçesinde kuytu bir köşeye yaptığı kulübeye asmak olur.
Kısa zamanda saraya intibak eder Ayaz. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı olur. Sonra üçüncü vezir, ikinci vezir, derken birinci vezirliğe kadar yükselir. Ancak Ayaz’ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine yükselmesini kıskananlar Sultana derler ki: “- Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını, orada kendisi için biriktiriyor.” Sultan Mahmut, onlara şöyle cevap verir: “- Madem öyle, bu geceden tezi yok, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! İçerde ne kadar mücevher, ne kadar altın bulursanız sizin olsun!” Geceye yarısı kıskanç hasetçiler, kokmuş ayrana üşüşen hamam böcekleri gibi koşuşurlar kulübeye. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü, içerisi bomboştur. Kimse diğerine bir şey söyleyecek durumda değildi. Sadece duvarda bir çift çarık ve koyun postundan bir aba asılı durmaktadır. İkna olmazlar. İçlerinden birisi atılır: “- Bunlar perde, aldatmaca, altınları mutlaka gömmüştür. Hemen kazma ve kürek getirip her yeri kazalım.” Derhal kazma ve kürek getirilir. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecanla kazmaya başlarlar. Altın ve mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik deşik ederler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmez. Zaman geçtikçe, ümitlerini kaybederler. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldururlar. Üzüntü ve daha çok utançla huzura çıkarlar. Sultan sorar: "- Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Hem altınlara kavuşup, hem de üzülmek olur mu? " Sultanın kinayeli konuştuğunu anlarlar. Bunun üzerine kıskanç hasetçilerin sözcüsü: " Sultanım! Çok mahcubuz, çok pişmanız, vereceğiniz her cezaya razıyız çünkü hak ettik."
Sultan, Ayaz'a der ki: "- Hükmü sana bırakıyorum. Bunlara verilecek cezaya sen karar ver. Ne istersen yap!"
Bunun üzerine Ayaz:" - Sultanım, kabahat benimdir. Bunların affını istiyorum. Eğer ben kulübenin kapısına kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyecekler ve kötü zanda bulunmayacaklardı. Yanlış anlaşıldım ve buna da ben sebep oldum."
Sultan, sonucun böyle olacağını biliyordu. Ama kıskanç hasetçilere ders vermek için Ayaz'ı konuşturmak için sordu: "- Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi?" Ayaz, Herkesin huzurunda Sultan'a cevap verdi: "- Sultanım! Biliyorsunuz benim aslım bellidir. Sayenizde, rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbeye, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum, kibir ve gurura kapılırım diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, abamı ve çarıklarımı duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime; 'Ey Ayaz! Makam, mal mülk aslını unutturmasın! Kavuştuğun nimetler yüzünden ananı-babanı, geçmişini unutma' diyor ve 'Şaşırtma Allah'ım.' diye dua ediyordum. Sultanım! Sultanlara yakışan, affetmektir. Madem ki hatalarını anlamışlar, özür diliyorlar. Büyüklere de affetmek düşer. Allah-ü Teala tövbeleri kabul edeceğini vaad buyuruyor. Sizin de bunları affetmenizi talep ediyorum."
Sultan hasetçileri affetti. Hasetçiler de, Ayaz'ın, bu kadar kısa zamanda yükselmesinin sebebini, Ayaz'ın kendilerinden farklı olduğunu böylece anlamış oldular.
Ayaz gibi, her nimet sahibinin, zaman zaman eski hâlini düşünmesinde veya doğduğu, büyüdüğü mekânları ziyaret edip, mevcut durumu ile geçmişini karşılaştırmasında büyük fayda olsa gerek... Çünkü geriye bakmayan ileriyi göremez. Zamanla insan, bir emanetçi durumda olduğunu unutup, makamı, malı kendinden ayrılması mümkün olmayan bir parça zanneder. İşte böyle bir düşünce, felâket olarak insana yeter de artar bile... Kişi bu düşünceden kurtulmadıkça iflâh olamaz...
Mevlâna’nın insan sevgisini birkaç cümle ile anlatmaya çalıştık.
Kovamızı ummana daldırdık, ancak ondan bir kaç damla alabildik,
sizlere serpebildi isek ne mutlu bize..