köyümün hüznü [email protected] 06/01/2015
Köydeki evimiz bayağı büyükçe idi. Ana yoldan büyük bir kapıdan içeri girilirdi. Önce büyük bir avlu, girişte sağda geniş bir koyun salağı, bitişikte büyük bir samanlık, bitişikte kuruluk, ona bitişik manda, inek, öküz, dana gibi büyükbaş hayvanlar için ahır, ahırın üst katı koyun ağılı idi ve yandan yayvan merdivenden çıkardı koyunlar yukarıya. Alt tarafta ahır ile ev arasında büyük bir ikinci kapı ile alt yola çıkılıyordu. Evin bir cephesi alt yola bakıyordu. Ahşap iki katlı ev taş temel üzerine kalın atılmış hatıl ağaçlar üzerinde yükseliyordu. Alt katta kilim dokuma düzeni, düzenin hemen yanında mutfak. Bir köşede yüznumara ve abdestlik, girişin sağ tarafında baştan başa zahire ambarı ve un herkili göze çarpıyordu. İçerdeki merdivenden yukarı çıkınca ikinci katta dört oda mevcut. Odalardan ikisi ocaklı ve istisnasız her odada hamam mevcut. Odaların vitrinleri oymalı, yüklük dolaplarının süslemeleri ise eve ayrı bir güzellik katıyor. Odaların ortasında boyu 13 metre, eni 3 metre bir hanay, köydeki adıyla insana hayat ve ferahlık veriyordu. Sağdaki odanın sağ penceresinden, ucu ufukta gökyüzü ile birleşen yaylalara selam yollarsın. Bu odanın sol penceresinden uzandığında dalları pencerede elma ağacından elma koparıp yemek mümkündü. Aşağıda Elma ağaçlarından başka gayet sulu armut, vişne ağaçları köşede devasa bir ceviz ağacı hem de nasıl ceviz, cevizi toplandığında bütün eve yeterdi. Evin alt yola bakan köşesinde dedemin büyük emek ve masraf yaparak yayladan getirdiği su çeşmeden gürül gürül akar, sadece biz değil bütün köy bu çeşmeden alırdı suyunu. Bahçedeki fırın hiç boş kalmaz evimizin ekmeğini ninem, annem ve teyzelerimle birlikte bu fırında yaparlardı. Köydeki bizim eve komşu bütün evlerin sakinleri de bu fırında yaparlardı ekmeklerini.
İşte ben bu evde doğmuşum. Kendimi bildiğimde bu evdeki yaşantımızı tam anlayamadan Ankara’ya gelmişiz. Ama son yıllara kadar istisnasız her sene yazın ailemle köye giderdim. Annem ve babam akraba. İki dedemin de evleri ve bahçeleri, bostanları, müştemilatları yan yana idi. Yazın köye gittiğimiz zaman dedemler, teyzemler, amcalarımızın çocukları ve biz kalabalık bir aile olurduk. Ailemiz çok saygın, hayvan tüccarı dedemin hali vakti yerindeydi.
Yemekler büyük yuvarlak yer sofrasında yenir, 18-20’yi bulan nüfus bu sofraya sığmazdı. Onun için çocuklara ayrı sofra kurulurdu. Ahırda mandalarımız, büyük baş hayvanlarımız ve koyun sürülerimiz vardı. Her gün sürüler otlatılmaya götürülür ve biz sürüyle gitmeye can atardık.
O zamanki köylerde bacalar tüterdi. Akşam köy meydanındaki havuzun önü bayram yeri gibi olur, tarladan dönen kadınlar birbirleriyle karşılaşınca lafa dalarlardı. Televizyonun esamesi yok, radyo bile nadiren bazı evlerde rastlanırdı. Dedemin ışıklı bir radyosu vardı. Dedem radyoyu sekiz haberlerine ayarlarken o ışığı yanardı. Ve o ışıklı radyo bizim hayatımızdaki ayrıcalıklardandı.
Köye en son geçen yıl haziran ayında gittim. Evimizin merdivenlerini çıkarken o evin kırk yıldır değişmeyen kokusu sanki bana hoş geldin diyordu. Kulaklarımda maziden kalma çınlamalar. Beynim allak bullak, gözlerim eskilerde kalmış hatıraları arıyor. Merdivenler bu halet-i ruhiye ile bitiyor. Odaya girince boşluk ve sessizlik suratıma şamar gibi iniyor ve kendime geliyorum. Pencereden dışarıya bakıyorum. Köyün ortasındaki havuz hâlâ yerinde. Ancak zaman merhamet etmemiş, suyu eksilmiş ve dibini yosun bağlamış. Nadiren yaşlılar su almaya geliyorlar. Kirazlar olmamış ve elmalar daha yeni çiçek açmış. Biliyorum, çoğu ağacında kurtlanacak. Küçük düzde kuzular otlamıyor. Akşam olunca büyük sürüler köye gürültüyle girmiyor. Evlerin önünde köpekler olur yabancıya hırlardı. Biz o evlerin önünden geçmeye korkardık. Ben yine eskiden olduğu gibi korkmak istiyorum. Ama onlar da yok artık. Köyde tüten bacaların sayısı azalmış, Yaşlıların yüzünde zamanın izi…Yılların izi… Masum tebessümler, sıcak "hoş geldin"ler de artık azalmış!..Ama yine de onlar maziden o şaşalı renkli eski günlerden kopamayan tekrar yaşamanın, hayalini kuran sanki gerçek nöbetçiler. Onları öyle görünce bir an ben de her şeyi bırak gel dedim içimden.
Köyümüzdeki evimizde kimse yok. Diğer evlerin durumu bizimkinden daha iyi değil. Köydekiler zamana direnen şanlı soylarının bacası tütsün derdiyle terk etmeyenler. Ya bizler!... Milyonlarcası şehirlerde ve şehirlerin varoşlarında, köyünde evinde bir numara olmak varken sıradanlığın peşinde koşuyor ve ne anlamsız hayat mücadelesi veriyoruz. İnşallah emeklilik nasip olur, bende bıraktığım yerden nöbetime hayallerime dönerim. Köpeğini, yağmurunu, çamurunu, ekmeğini, gücceğini, özledim. Gözümde tütüyor, yaşanası bu güzellikler. Allah herkese sağlıkla, mutlulukla, huzurla hayallerinin gerçek olmasını nasip etsin.
İşte ben bu evde doğmuşum. Kendimi bildiğimde bu evdeki yaşantımızı tam anlayamadan Ankara’ya gelmişiz. Ama son yıllara kadar istisnasız her sene yazın ailemle köye giderdim. Annem ve babam akraba. İki dedemin de evleri ve bahçeleri, bostanları, müştemilatları yan yana idi. Yazın köye gittiğimiz zaman dedemler, teyzemler, amcalarımızın çocukları ve biz kalabalık bir aile olurduk. Ailemiz çok saygın, hayvan tüccarı dedemin hali vakti yerindeydi.
Yemekler büyük yuvarlak yer sofrasında yenir, 18-20’yi bulan nüfus bu sofraya sığmazdı. Onun için çocuklara ayrı sofra kurulurdu. Ahırda mandalarımız, büyük baş hayvanlarımız ve koyun sürülerimiz vardı. Her gün sürüler otlatılmaya götürülür ve biz sürüyle gitmeye can atardık.
O zamanki köylerde bacalar tüterdi. Akşam köy meydanındaki havuzun önü bayram yeri gibi olur, tarladan dönen kadınlar birbirleriyle karşılaşınca lafa dalarlardı. Televizyonun esamesi yok, radyo bile nadiren bazı evlerde rastlanırdı. Dedemin ışıklı bir radyosu vardı. Dedem radyoyu sekiz haberlerine ayarlarken o ışığı yanardı. Ve o ışıklı radyo bizim hayatımızdaki ayrıcalıklardandı.
Köye en son geçen yıl haziran ayında gittim. Evimizin merdivenlerini çıkarken o evin kırk yıldır değişmeyen kokusu sanki bana hoş geldin diyordu. Kulaklarımda maziden kalma çınlamalar. Beynim allak bullak, gözlerim eskilerde kalmış hatıraları arıyor. Merdivenler bu halet-i ruhiye ile bitiyor. Odaya girince boşluk ve sessizlik suratıma şamar gibi iniyor ve kendime geliyorum. Pencereden dışarıya bakıyorum. Köyün ortasındaki havuz hâlâ yerinde. Ancak zaman merhamet etmemiş, suyu eksilmiş ve dibini yosun bağlamış. Nadiren yaşlılar su almaya geliyorlar. Kirazlar olmamış ve elmalar daha yeni çiçek açmış. Biliyorum, çoğu ağacında kurtlanacak. Küçük düzde kuzular otlamıyor. Akşam olunca büyük sürüler köye gürültüyle girmiyor. Evlerin önünde köpekler olur yabancıya hırlardı. Biz o evlerin önünden geçmeye korkardık. Ben yine eskiden olduğu gibi korkmak istiyorum. Ama onlar da yok artık. Köyde tüten bacaların sayısı azalmış, Yaşlıların yüzünde zamanın izi…Yılların izi… Masum tebessümler, sıcak "hoş geldin"ler de artık azalmış!..Ama yine de onlar maziden o şaşalı renkli eski günlerden kopamayan tekrar yaşamanın, hayalini kuran sanki gerçek nöbetçiler. Onları öyle görünce bir an ben de her şeyi bırak gel dedim içimden.
Köyümüzdeki evimizde kimse yok. Diğer evlerin durumu bizimkinden daha iyi değil. Köydekiler zamana direnen şanlı soylarının bacası tütsün derdiyle terk etmeyenler. Ya bizler!... Milyonlarcası şehirlerde ve şehirlerin varoşlarında, köyünde evinde bir numara olmak varken sıradanlığın peşinde koşuyor ve ne anlamsız hayat mücadelesi veriyoruz. İnşallah emeklilik nasip olur, bende bıraktığım yerden nöbetime hayallerime dönerim. Köpeğini, yağmurunu, çamurunu, ekmeğini, gücceğini, özledim. Gözümde tütüyor, yaşanası bu güzellikler. Allah herkese sağlıkla, mutlulukla, huzurla hayallerinin gerçek olmasını nasip etsin.