Nasreddin Hoca [email protected] 27/07/2021
Bu hafta, ismi geçtiğinde bazılarımızın gülümsediği, bazılarımızın nüktelerine kahkahalarla güldüğü, Nasreddin Hoca’mızı anlatacağım.
1208 yılı Sivrihisar - Hortu Köyü doğumludur. Medresede okumuş ve babasının vefatı üzerine aynı köyde imam olarak vazife almış, daha sonra önce Konya, sonra Akşehir’e gelip yerleşir. Burada kadılık ve müderrislik yaptığı rivayet edilir ise de ispatlanamamıştır. Selçuklu Devleti idaresinde yaşamış ve 1243 yılında Selçuklular Kösedağ’da Moğollara yenilince Anadolu Moğol zulmü görmüştür. Nihayet talihsiz bir zamanın insanı olarak 1284 yılının muhtemelen 22 Haziranında vefat etmiştir.
Ne var ki! O, asla unutulmamış ve hatırası önce bütün Türk illerinde, sonra da dünyaya yayılan hikayelerde yaşamıştır. Bu pencere ile bakıldığında Hoca’nın hayatının her günü biliniyor demektir. Onun felsefesini, düşüncesini, hayat tarzını aksettiren bu hikayelerden, nüktelerden, yola çıkarak nasıl yaşadığını, nasıl bir insan olduğunu tespit etmek mümkündür. O ister bir kadı, yahut müderris, ve yahut eşeğiyle köy köy dolaşan bir hoca olsun, içinden çıktığı toplumun üyesidir. O da diğerleri gibi güler, eğlenir, acıkır, dinlenir, komşularıyla dertleşir, çoluk çocuğa karışır, yaşadığı kasabada iyiler, kötüler, güzeller, çirkinler, zalimler, mazlumlar vardır. Hırsızlar, rüşvet alanlar, dolandırıcılar, görgüsüzler, dalkavuklar ve daha ne çeşitten insanlar... Hoca, yaşadığı toplumun hastalıkları ve aykırı unsurlarını teşhis ve tedavi eden kıvrak zekâlı, güngörmüş bir alperendir, bilgedir, aksakaldır.
Ye kürküm ye... Parayı veren düdüğü çalar... Acemi bülbül bu kadar öter... Tavşanın suyunun suyu... İpe un sermek...
Yorgan gider kavga biter... Doksan dokuzu veren yüzü de verir... Doğurduğuna inanıyorsun, öldüğüne niçin inanmıyorsun…
Kabilinden pek çok deyimin Nasreddin Hoca’nın hikâyelerine dayandığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Sadece bu bile Hoca rahmetlinin Türk dilini konuşan her yaştan insan tarafından tanındığını ve sevildiğini göstermez mi? Onun Akşehir’deki duvarı olmadığı halde kapısı kilitli türbesinden yayılan ışık asırlar boyunca Anadolu’dan taşıp diyar diyar başka iklimleri aydınlatmıştır.
Nasreddin Hoca, aslında bir Veli, sözleri nükte, ama güldürürken, düşündürüyor. Peki niçin unutulmamış, niçin hâlâ güldürüyor. Rivayet bu, tarih bu ya:
Nasreddin talebedir. Konya’da medresede okuyor. Hoca Cihan ve Pir Abi adında iki arkadaşı vardır. Her üçü de devrin ünlü müderrislerimden olan ve bugün Akşehir’de türbesi bulunan Seyyid Mahmud Hayrani’nin talebesidir. Hocaları, zaman zaman Akşehir’e gider, bir kaç gün sonra tekrar dönermiş. Bir bahar mevsimi Hocaları, üçbeş günlüğüne yine Akşehir’e gitmiş. Giderken de bir kuzu bırakmış kendilerine, bakmaları için. Hocaları Akşehir’de, hava güzel, toyluk da var. Meram bağlarında bir kuzu çevirmesi ne hoş olur. Hocamıza ne deriz? Kuzu zehirli ot yemiş, ölüyordu, dayanamadık kestik, o kadar çok üzüldük ki, bari biz de ölelim dedik, zehirli eti biz yedik. Allah’tanmış, bize bir şey olmadı, deriz olur, biter. Fikir, tamamdı ve uygulandı. Uzatmayalım, Hocaları döndü ve kuzusunu sordu. Bu sırada Molla Nasreddin dayanamamış -kih kih- diye gülüvermişti. Hocaları şüphelendi ve sordu: --Yoksa yediniz mi? – Efendim şey... – Anlaşıldı, anlaşıldı. Kim kesti söyleyin bakalım? Molla Cihan, boynunu bükmüştü. --Ben Efendim. – Sen ha Hoca Cihan, sonunda sen de kesileceksin... Ya kim pişirdi? Pir Abi: --Ben. –Vah vah kıyamete dek seninde kemiklerin kaynayacak. Sana gelince Nasreddin, dünya durdukça yedi düvel sana gülecek...
Ne diyelim. Biz tarihi aktardık. Şimdi değerlendirmeyi siz yapın. Hoca Cihan, boğazı kesilerek şehit edilmiş. Pir Abi, Hacı Bektaşi Veli’nin müridi olarak yaşamış ve Konya’da ölünce, mezarına türbe yapılmış, ancak mezarından alınan bir kemik, bazı hastalıklara iyi gelir diye, yıllar ve yüzyıllarca kaynatılarak suyu içirilmiş. Nasreddin’e gelince, bütün bir dünya gülmüş ve gülmeye devam ediyor.
Hocamız, dini bütün bir müslümandır. Sapasağlam bir imanı vardır. Bu sebeple de fazla taassuba pek kulak asmaz. Ve Türklüğün Anadolu’ya yerleştiği tarihlere rastlar onun hayatı... Yunuslar, Mevlâna’larla aşağı yukarı çağdaştır... Anadolu insanının beşeri taraflarını yumuşatıp, yüzünü gülümseterek bu yeni vatanı ve şartları sevimlileştirmektir, yaptığı iş...
-- --oOo-- --
Hoca’mız, dilimiz Türkçeyi de çok severdi ve savunurdu. Xlll. Yy. O’nun çağıdır. Karamanoğlu Mehmet Bey de aynı devirde Türkçeyi resmi dil ilân etmiştir. Tekke ve tarikat zümresi de Türkçeyi savunurdu. Ancak devletin resmi dili Arapça, yazı dili, şiir dili Farsça idi. Böyle bir devirde yaşayan, halkın bağrından yetişen ve halka seslenen Nasreddin Hoca’nın da Arapça ve Farsçaya karşı çıkacağı şüphesizdi. Uzun yıllar Konya Medreselerinde, Devrin ünlü âlimlerinden Farsça ve Arapça öğrendiği halde, Türkçeye daha fazla meylederdi. Meselâ, Farsça bir beyit yazar, okur musun demişler, O da okumuş.
Mor menekşe, boynun eğmiş uyurest,
Kafir soğan kat kat urba giyerest.
“- Canım Hoca, bu beyit bal gibi Türkçe... Şiir dediğin Farsça olur. Farsça bunun neresinde?” dediklerinde, cevap verir:
“- Sonundaki -est-leri görmüyor musun? ”
Nasreddin Hoca, yalnız Farsça şiir yazmaya ve söylemeye özenenleri değil, fırsat buldukça, ipe sapa gelmez şiirleriyle şair geçinenleri de kınamakta ve onlarla, açıktan açığa alay etmektedir.
-- --oOo-- --
Türk Milletine göre Hoca bir Evliyadır. Anlatıldığına göre, Akşehir Ulu Camiinde, cemaate yetişmek için çabuk çabuk abdest alan birisi bakar ki Hoca, selviler arasında gezinmektedir. Şaşırır. Çünkü Hoca öleli yüzyıllar olmuştur. Hemen koşar, Camiye ve haber verir: “—Koşun Cemaat, Hoca dışarıda selviler altında geziyor.” Cemaat koşar... İmam da bakar ki cemaat kalmadı, o da gider cemaatin peşinden, tam ayakkabılarını giyerken camiin büyük kubbesi çöker ve cemaat mutlak bir ölümden kurtulur... Tabi ortalarda ne Hoca vardır, ne de başka birisi... Bunun aslını Akşehirliler daha iyi bilirler, daha güzel anlatırlar...
-- --oOo-- --
Ve Milleti, bu nükte Velisinden bahsederken en güzel duygularla “Rahmetullahu Aleyh” der.
1208 yılı Sivrihisar - Hortu Köyü doğumludur. Medresede okumuş ve babasının vefatı üzerine aynı köyde imam olarak vazife almış, daha sonra önce Konya, sonra Akşehir’e gelip yerleşir. Burada kadılık ve müderrislik yaptığı rivayet edilir ise de ispatlanamamıştır. Selçuklu Devleti idaresinde yaşamış ve 1243 yılında Selçuklular Kösedağ’da Moğollara yenilince Anadolu Moğol zulmü görmüştür. Nihayet talihsiz bir zamanın insanı olarak 1284 yılının muhtemelen 22 Haziranında vefat etmiştir.
Ne var ki! O, asla unutulmamış ve hatırası önce bütün Türk illerinde, sonra da dünyaya yayılan hikayelerde yaşamıştır. Bu pencere ile bakıldığında Hoca’nın hayatının her günü biliniyor demektir. Onun felsefesini, düşüncesini, hayat tarzını aksettiren bu hikayelerden, nüktelerden, yola çıkarak nasıl yaşadığını, nasıl bir insan olduğunu tespit etmek mümkündür. O ister bir kadı, yahut müderris, ve yahut eşeğiyle köy köy dolaşan bir hoca olsun, içinden çıktığı toplumun üyesidir. O da diğerleri gibi güler, eğlenir, acıkır, dinlenir, komşularıyla dertleşir, çoluk çocuğa karışır, yaşadığı kasabada iyiler, kötüler, güzeller, çirkinler, zalimler, mazlumlar vardır. Hırsızlar, rüşvet alanlar, dolandırıcılar, görgüsüzler, dalkavuklar ve daha ne çeşitten insanlar... Hoca, yaşadığı toplumun hastalıkları ve aykırı unsurlarını teşhis ve tedavi eden kıvrak zekâlı, güngörmüş bir alperendir, bilgedir, aksakaldır.
Ye kürküm ye... Parayı veren düdüğü çalar... Acemi bülbül bu kadar öter... Tavşanın suyunun suyu... İpe un sermek...
Yorgan gider kavga biter... Doksan dokuzu veren yüzü de verir... Doğurduğuna inanıyorsun, öldüğüne niçin inanmıyorsun…
Kabilinden pek çok deyimin Nasreddin Hoca’nın hikâyelerine dayandığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Sadece bu bile Hoca rahmetlinin Türk dilini konuşan her yaştan insan tarafından tanındığını ve sevildiğini göstermez mi? Onun Akşehir’deki duvarı olmadığı halde kapısı kilitli türbesinden yayılan ışık asırlar boyunca Anadolu’dan taşıp diyar diyar başka iklimleri aydınlatmıştır.
Nasreddin Hoca, aslında bir Veli, sözleri nükte, ama güldürürken, düşündürüyor. Peki niçin unutulmamış, niçin hâlâ güldürüyor. Rivayet bu, tarih bu ya:
Nasreddin talebedir. Konya’da medresede okuyor. Hoca Cihan ve Pir Abi adında iki arkadaşı vardır. Her üçü de devrin ünlü müderrislerimden olan ve bugün Akşehir’de türbesi bulunan Seyyid Mahmud Hayrani’nin talebesidir. Hocaları, zaman zaman Akşehir’e gider, bir kaç gün sonra tekrar dönermiş. Bir bahar mevsimi Hocaları, üçbeş günlüğüne yine Akşehir’e gitmiş. Giderken de bir kuzu bırakmış kendilerine, bakmaları için. Hocaları Akşehir’de, hava güzel, toyluk da var. Meram bağlarında bir kuzu çevirmesi ne hoş olur. Hocamıza ne deriz? Kuzu zehirli ot yemiş, ölüyordu, dayanamadık kestik, o kadar çok üzüldük ki, bari biz de ölelim dedik, zehirli eti biz yedik. Allah’tanmış, bize bir şey olmadı, deriz olur, biter. Fikir, tamamdı ve uygulandı. Uzatmayalım, Hocaları döndü ve kuzusunu sordu. Bu sırada Molla Nasreddin dayanamamış -kih kih- diye gülüvermişti. Hocaları şüphelendi ve sordu: --Yoksa yediniz mi? – Efendim şey... – Anlaşıldı, anlaşıldı. Kim kesti söyleyin bakalım? Molla Cihan, boynunu bükmüştü. --Ben Efendim. – Sen ha Hoca Cihan, sonunda sen de kesileceksin... Ya kim pişirdi? Pir Abi: --Ben. –Vah vah kıyamete dek seninde kemiklerin kaynayacak. Sana gelince Nasreddin, dünya durdukça yedi düvel sana gülecek...
Ne diyelim. Biz tarihi aktardık. Şimdi değerlendirmeyi siz yapın. Hoca Cihan, boğazı kesilerek şehit edilmiş. Pir Abi, Hacı Bektaşi Veli’nin müridi olarak yaşamış ve Konya’da ölünce, mezarına türbe yapılmış, ancak mezarından alınan bir kemik, bazı hastalıklara iyi gelir diye, yıllar ve yüzyıllarca kaynatılarak suyu içirilmiş. Nasreddin’e gelince, bütün bir dünya gülmüş ve gülmeye devam ediyor.
Hocamız, dini bütün bir müslümandır. Sapasağlam bir imanı vardır. Bu sebeple de fazla taassuba pek kulak asmaz. Ve Türklüğün Anadolu’ya yerleştiği tarihlere rastlar onun hayatı... Yunuslar, Mevlâna’larla aşağı yukarı çağdaştır... Anadolu insanının beşeri taraflarını yumuşatıp, yüzünü gülümseterek bu yeni vatanı ve şartları sevimlileştirmektir, yaptığı iş...
-- --oOo-- --
Hoca’mız, dilimiz Türkçeyi de çok severdi ve savunurdu. Xlll. Yy. O’nun çağıdır. Karamanoğlu Mehmet Bey de aynı devirde Türkçeyi resmi dil ilân etmiştir. Tekke ve tarikat zümresi de Türkçeyi savunurdu. Ancak devletin resmi dili Arapça, yazı dili, şiir dili Farsça idi. Böyle bir devirde yaşayan, halkın bağrından yetişen ve halka seslenen Nasreddin Hoca’nın da Arapça ve Farsçaya karşı çıkacağı şüphesizdi. Uzun yıllar Konya Medreselerinde, Devrin ünlü âlimlerinden Farsça ve Arapça öğrendiği halde, Türkçeye daha fazla meylederdi. Meselâ, Farsça bir beyit yazar, okur musun demişler, O da okumuş.
Mor menekşe, boynun eğmiş uyurest,
Kafir soğan kat kat urba giyerest.
“- Canım Hoca, bu beyit bal gibi Türkçe... Şiir dediğin Farsça olur. Farsça bunun neresinde?” dediklerinde, cevap verir:
“- Sonundaki -est-leri görmüyor musun? ”
Nasreddin Hoca, yalnız Farsça şiir yazmaya ve söylemeye özenenleri değil, fırsat buldukça, ipe sapa gelmez şiirleriyle şair geçinenleri de kınamakta ve onlarla, açıktan açığa alay etmektedir.
-- --oOo-- --
Türk Milletine göre Hoca bir Evliyadır. Anlatıldığına göre, Akşehir Ulu Camiinde, cemaate yetişmek için çabuk çabuk abdest alan birisi bakar ki Hoca, selviler arasında gezinmektedir. Şaşırır. Çünkü Hoca öleli yüzyıllar olmuştur. Hemen koşar, Camiye ve haber verir: “—Koşun Cemaat, Hoca dışarıda selviler altında geziyor.” Cemaat koşar... İmam da bakar ki cemaat kalmadı, o da gider cemaatin peşinden, tam ayakkabılarını giyerken camiin büyük kubbesi çöker ve cemaat mutlak bir ölümden kurtulur... Tabi ortalarda ne Hoca vardır, ne de başka birisi... Bunun aslını Akşehirliler daha iyi bilirler, daha güzel anlatırlar...
-- --oOo-- --
Ve Milleti, bu nükte Velisinden bahsederken en güzel duygularla “Rahmetullahu Aleyh” der.