takkeci ibrahim ağa [email protected] 02/12/2014
Yüce milletimizin ruhunda var olan yardımlaşma ve dayanışma duygusu ile gönlünde yer alan Allah rızasından kaynaklanan vakıflar, hamiyetli ve hayırsever atalarımızın öz varlıklarından fedakârlık yaparak milletin hizmetine sunması gibi ulvî duygularla meydana gelmiş olan hukuki ve sosyal bir müesseselerdir.
Adı üzerinde VAKIF : Bir kimsenin taşınır veya taşınmaz malını kendi isteği ile mülkünden çıkartarak, gelirini yine kendi isteği ile ihtiyaç sahiplerine harcanmak üzere ebediyen Allah için ayırmasıdır. Yani bir malın sürekli olarak belli bir amaca tahsis edilmesi söz konusudur. Vakfedilen bir mal hibe edilemez, satılamaz, miras olarak bırakılamaz. Çünkü mülkiyeti Allah’ın rızasına ayrılmıştır.
Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı döneminde gösterdi. “ İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Hadis-i Şerifini rehber edinen ecdadımız, her sahada olduğu gibi bu sahada da muazzam eserler bıraktılar. Vakıf eserleri ülkeyi bir baştan diğer başa bir ağ gibi ördü.
Vakıflar, fakir tabakanın imdadına yetişmiş, maddi imkânları zayıf olanların, bu vakıflardan ihtiyaçlarını bedava temin etmeleri sebebiyle, cemiyette sınıflaşma ve dolayısı ile sınıf mücadelesi meydana gelmemiş, üstelik zenginden fakire merhamet, fakirden zengine de hürmet hissi kuvvetlenmiştir.
İşte konumuzu bütünleyen bir Kıssadan Hisse....
Eskiden İstanbul Topkapı’da Takkeci İbrahim Ağa, isimli bir muhterem yaşarmış. Fakirmiş, ördüğü takkeleri satıp zar zor geçinirmiş. Zar zor geçinirmiş ya, ebedi bir emeli de varmış: Surların kıyısına bir cami yaptırmak.
Hep bunu konuşuyor, bunun hayalini kuruyor. Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına ise daima şu cevabı veriyor:
-İhtimal, belki derya tutuşa!
O, böyle dedikçe alaylar sıklaşıyor, zalimleşiyor.
- Bekle tutuşur, bu kafayla daha çok sürünürsün.
- Fukara takkeci yokluktan aklını uçurdu
-Aklını uçurdu ki deryanın tutuşmasını bekliyor.
Bir kandil gecesi ibadet ve dua ile sabahlayıp cemaatle mahalle mescidinde kıldığı sabah namazı sonrasında ot yatağına uzanan İbrahim Ağa, bir süre sonra kan ter içinde uyanıyor. Hâlâ gördüğü rüyanın etkisindedir. Şah-ı Nakşibendi Hz.leri rüyasına girmiş, Bağdat’a gitmesini emretmiştir. “Hemen Bağdat’a git, iki üzüm tanesi ye ve dön.” demiştir. Sebebini düşünmek, iki üzüm tanesi için onca yolu göze almanın akıl mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin harcı değil: Onlar ihlas ile buyruğa koşarlar.
Takkeci İbrahim Ağa öyle yapıyor. Hemen o gün Bağdat yoluna düşüyor. Bin türlü zahmetten sonra şehrin kenarındaki bir hana iniyor. Yorgun bitkin ama ümit doludur. Hanın avlusundaki tahta peykeye kıvrılıyor, gözlerini kapatmak üzereyken, ne görsün, burası rüyasına giren mekanın aynısı değil mi? Şaşkın ama daha bir dikkatle bakınıyor. Kendisini gölgeleyen bir çardak fark ediyor. Çardakta asma, asmanın kuruyan yapraklarının arasında ise iki üzüm taneciği... yerinden fırlıyor, üzüm tanelerini koparıp “Bismillah” ağzına atıyor. Mutludur. Şah-ı Nakşıbendi’nin buyruğu yerine gelmiştir.
Yeniden uyumaya hazırlanırken, yaşlı bir adamın yaklaştığını görür. Adam selâm verir, yanına oturup, nereden gelip nereye gittiğini sorar. İbrahim Ağa anlatıyor rüyasını. Bitirmesine kalmadan, “Hay, akılsız !” diye patlıyor, yaşlı adam, “ Bir rüyaya bağlanıp bunca masraf yapılır mı? Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. İstanbul’da Topkapı yakınında Takkeci İbrahim Ağa’nın evinin odunluğunda bir küp altın gömülü, git altınları al, dediler. Rüya rüyadır, dedim, hiç üstünde durmadım. Sen ise iki üzüm tanesi için İstanbul’dan Bağdat’a gelmişsin, Hay Allah müstehekanı versin. İnsan rüya ile amel eder mi ?”
Adam söylene dursun. Takkeci İbrahim Ağa’nın bütün yorgunluğu geçiyor. Gece demeden, gündüz demeden, yağmurdu, güneşti, dinlemeden İstanbul’a dönüyor. Evinin odunluğunu kazıyor. Altın dolu küpü topraktan çıkarıyor. “İşte derya tutuştu” diyor, bir taraftan da “Gayrı muradıma erdim.”
Bugün “Takkeci Cami” olarak anılan ebedi abideyi inşa ediyor. Takkeci Baba türbesi de o gün bugün ziyaretgahtır. Takkeci İbrahim Ağa, imkânlarını düşünüp cami yaptırmaktan vazgeçseydi, Bağdat’a kadar gitmese, bu zahmeti göze almasaydı da köşesinde yalnızca dua ederek takke örseydi, emeline nail olabilir miydi? Eğer insanın büyük hedefi, dünyayı aşacak ölçüde kalıcı emelleri varsa...
Eğer insan, bu emellerini gerçekleştirecek ihlâsa, gayrete, sebata sahipse... ve eğer bu uğurda bazı yorgunlukları, güçlükleri, sıkıntıları göze alabiliyorsa..diri kalır...
Dünyevi değil, ebedi saadete talip olmak....
Vakıflar, insan ekseni etrafında dönüp dolaşan bir hizmet kuruluşudur. Yeryüzünde insanı mutlu edecek ve çevreyi koruyacak ne kadar iyi ve güzel haslet varsa, çağlar boyu hepsi vakıfların hizmet alanları içersinde yer almıştır. Vakıfların hedef kitlesi insan, amacı huzuru yakalamaktır.
Vakıflar, kaynaşmanın, yardımlaşmanın, manevi hazzın, lezzetin adresi.
Ne mutlu buluşanlara, güzellikleri paylaşanlara ....
Adı üzerinde VAKIF : Bir kimsenin taşınır veya taşınmaz malını kendi isteği ile mülkünden çıkartarak, gelirini yine kendi isteği ile ihtiyaç sahiplerine harcanmak üzere ebediyen Allah için ayırmasıdır. Yani bir malın sürekli olarak belli bir amaca tahsis edilmesi söz konusudur. Vakfedilen bir mal hibe edilemez, satılamaz, miras olarak bırakılamaz. Çünkü mülkiyeti Allah’ın rızasına ayrılmıştır.
Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı döneminde gösterdi. “ İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Hadis-i Şerifini rehber edinen ecdadımız, her sahada olduğu gibi bu sahada da muazzam eserler bıraktılar. Vakıf eserleri ülkeyi bir baştan diğer başa bir ağ gibi ördü.
Vakıflar, fakir tabakanın imdadına yetişmiş, maddi imkânları zayıf olanların, bu vakıflardan ihtiyaçlarını bedava temin etmeleri sebebiyle, cemiyette sınıflaşma ve dolayısı ile sınıf mücadelesi meydana gelmemiş, üstelik zenginden fakire merhamet, fakirden zengine de hürmet hissi kuvvetlenmiştir.
İşte konumuzu bütünleyen bir Kıssadan Hisse....
Eskiden İstanbul Topkapı’da Takkeci İbrahim Ağa, isimli bir muhterem yaşarmış. Fakirmiş, ördüğü takkeleri satıp zar zor geçinirmiş. Zar zor geçinirmiş ya, ebedi bir emeli de varmış: Surların kıyısına bir cami yaptırmak.
Hep bunu konuşuyor, bunun hayalini kuruyor. Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına ise daima şu cevabı veriyor:
-İhtimal, belki derya tutuşa!
O, böyle dedikçe alaylar sıklaşıyor, zalimleşiyor.
- Bekle tutuşur, bu kafayla daha çok sürünürsün.
- Fukara takkeci yokluktan aklını uçurdu
-Aklını uçurdu ki deryanın tutuşmasını bekliyor.
Bir kandil gecesi ibadet ve dua ile sabahlayıp cemaatle mahalle mescidinde kıldığı sabah namazı sonrasında ot yatağına uzanan İbrahim Ağa, bir süre sonra kan ter içinde uyanıyor. Hâlâ gördüğü rüyanın etkisindedir. Şah-ı Nakşibendi Hz.leri rüyasına girmiş, Bağdat’a gitmesini emretmiştir. “Hemen Bağdat’a git, iki üzüm tanesi ye ve dön.” demiştir. Sebebini düşünmek, iki üzüm tanesi için onca yolu göze almanın akıl mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin harcı değil: Onlar ihlas ile buyruğa koşarlar.
Takkeci İbrahim Ağa öyle yapıyor. Hemen o gün Bağdat yoluna düşüyor. Bin türlü zahmetten sonra şehrin kenarındaki bir hana iniyor. Yorgun bitkin ama ümit doludur. Hanın avlusundaki tahta peykeye kıvrılıyor, gözlerini kapatmak üzereyken, ne görsün, burası rüyasına giren mekanın aynısı değil mi? Şaşkın ama daha bir dikkatle bakınıyor. Kendisini gölgeleyen bir çardak fark ediyor. Çardakta asma, asmanın kuruyan yapraklarının arasında ise iki üzüm taneciği... yerinden fırlıyor, üzüm tanelerini koparıp “Bismillah” ağzına atıyor. Mutludur. Şah-ı Nakşıbendi’nin buyruğu yerine gelmiştir.
Yeniden uyumaya hazırlanırken, yaşlı bir adamın yaklaştığını görür. Adam selâm verir, yanına oturup, nereden gelip nereye gittiğini sorar. İbrahim Ağa anlatıyor rüyasını. Bitirmesine kalmadan, “Hay, akılsız !” diye patlıyor, yaşlı adam, “ Bir rüyaya bağlanıp bunca masraf yapılır mı? Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. İstanbul’da Topkapı yakınında Takkeci İbrahim Ağa’nın evinin odunluğunda bir küp altın gömülü, git altınları al, dediler. Rüya rüyadır, dedim, hiç üstünde durmadım. Sen ise iki üzüm tanesi için İstanbul’dan Bağdat’a gelmişsin, Hay Allah müstehekanı versin. İnsan rüya ile amel eder mi ?”
Adam söylene dursun. Takkeci İbrahim Ağa’nın bütün yorgunluğu geçiyor. Gece demeden, gündüz demeden, yağmurdu, güneşti, dinlemeden İstanbul’a dönüyor. Evinin odunluğunu kazıyor. Altın dolu küpü topraktan çıkarıyor. “İşte derya tutuştu” diyor, bir taraftan da “Gayrı muradıma erdim.”
Bugün “Takkeci Cami” olarak anılan ebedi abideyi inşa ediyor. Takkeci Baba türbesi de o gün bugün ziyaretgahtır. Takkeci İbrahim Ağa, imkânlarını düşünüp cami yaptırmaktan vazgeçseydi, Bağdat’a kadar gitmese, bu zahmeti göze almasaydı da köşesinde yalnızca dua ederek takke örseydi, emeline nail olabilir miydi? Eğer insanın büyük hedefi, dünyayı aşacak ölçüde kalıcı emelleri varsa...
Eğer insan, bu emellerini gerçekleştirecek ihlâsa, gayrete, sebata sahipse... ve eğer bu uğurda bazı yorgunlukları, güçlükleri, sıkıntıları göze alabiliyorsa..diri kalır...
Dünyevi değil, ebedi saadete talip olmak....
Vakıflar, insan ekseni etrafında dönüp dolaşan bir hizmet kuruluşudur. Yeryüzünde insanı mutlu edecek ve çevreyi koruyacak ne kadar iyi ve güzel haslet varsa, çağlar boyu hepsi vakıfların hizmet alanları içersinde yer almıştır. Vakıfların hedef kitlesi insan, amacı huzuru yakalamaktır.
Vakıflar, kaynaşmanın, yardımlaşmanın, manevi hazzın, lezzetin adresi.
Ne mutlu buluşanlara, güzellikleri paylaşanlara ....